Image default
Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı

Ergenlikte Gölgede Kalan Özdeşimler

Ergenlikte Gölgede Kalan Özdeşimler – Alper Bayrak

Ergenlik gibi hızlı bir değişim ve yapılanma sürecinin kimlikle, kimliğin de özdeşim ile ilişkisi elbette hayli belirgin. Dönemin özellikleri nedeniyle şiddetlenen dürtüler, ruhsallığın yeniden yapılanma gayreti ve süreçlerin hızı öznenin anlaşılmasında da zorluklar yaratmaktadır. Bu zorluk ergenin hem kendisi hem de çevresi için geçerlidir. Oluşan anlaşılmazlığa, anlaşılabilir zeminler oluşturabilirsek tedavimizin etkinliğini de o ölçüde arttırabiliriz.

Başvuru nedeni ne olursa olsun biz tedaviye hangi hedef ve açıdan yaklaşırsak yaklaşalım, genç ile birlikte odaya giren birçok zorluğu da yönetmek zorunda kalırız. Süregiden ayrımlaşma ve bireyselleşme süreçleri, yeniden alevlenen preödipal ve ödipal sorunlar, şiddetlenen dürtüler, motor etkinlikte artma, üstbenliğin yeniden yapılanması bu zorluklardan bazılarıdır. Üstelik zamanın hızlı akışı ve toplumun gelecek planlaması ile ilgili baskılarını da göz önünde bulundurmak durumunda kalırız.

Elbette ergenlerle yaşanan durumu zorlaştıran başka pek çok etkenden de söz edilebilir. Amacım gencin ruhsallığını ele almanın zorluklarını tüm ayrıntıları ile ele almak değil elbette. Ama yaşanan durumun hem ergen hem de çevresi için “Ruhsal Dayanıklılık” kavramını ne kadar önemli hale getirdiği çok açık. Ruhsal dayanıklılığı etkileyen faktörlere baktığımızda ise, iç kaynakların önemi göz ardı edilemez. İç kaynaklar içinde de Özdeşim kavramı hayati bir öneme sahiptir.

Preödipal ve ödipal evre kazanımlarının sorgulandığı, değişime açık hale geldiği ve yeniden örgütlendiği bu evrede aynı zamanda Kendilik’in bütünleşmesi ve Kimlik’in gelişerek bugüne ve geleceğe uyumlu bir denge kurması da hedeflenir.

Ödipal dönemin, anne babayla kurulan ilişkilerin doğası, özdeşimler için kutup noktası olarak kabul edilir. Ama bu çetrefilli yolda kardeşler, arkadaşlar, ablalar, abiler, öğretmenler, sanatçılar, ünlüler, fenomenler ve hayal kahramanları gibi pek çok oyuncunun sahneye çıktığını da unutmamak gerekir. Büyümenin sisli ve netameli yollarında ergenin özdeşimsel bağlar kurduğu bu unsurlara değinmek isterim.

Yaşamın erken dönemlerinde başlayıp hiç durmadan devam eden özdeşimsel bağların özellikle ergenlik döneminde yoğunlaştığını biliyoruz. Kimlik karmaşasının yoğun bir şekilde yaşandığı olgular hayli çok. Ancak başka şikayetlerle gelinen durumlarda da, işlevsel özdeşimlerin eksikliğinin izlerini baş etmesi zor durumların fazlalığı ya da olması beklenen bazı eylemlerin yokluğunda bulabiliriz.

Örneğin 17 yaşında üniversite sınavına hazırlanan Deniz’in ders çalışamamasında olduğu gibi. Ailenin temel görüşü tüm imkanlara rağmen kendisinden tek istenen şeyi, ders çalışmayı başaramıyor oluşuydu. Hayli alışıldık bir yakınma… Anne babayı bize getiren şey dikkat eksikliği şüphesi idi. Buradaki “Eksiklik” ifadesi ilerleyen görüşmelerde kendini doğruladı. Doğruladı ama dikkat alanında değil, başka bir biçimde. Deniz’in isteksiz geldiği, anne babasının durumu abarttığı yönünde bir bakışı vardı. Buraya getirildiği için kendisinde bir yetersizlik görüldüğünü düşündüğünden biraz da kızgındı. Ancak zamanla ,iyi bir ilişkiyle birkaç ay boyunca hafta birden görüşme yapmayı başardık. Zamanla eksiklik ile ilgili en belirgin tema görüşmelerin sözel olarak sürdürülmesi ve aramızdaki etkileşimde kendisini gösterdi. Daha sonra anne ve babasıyla ilgili anılarında kendini belirgin olarak ortaya koydu. Bu anlar fazlasıyla eksikti, yok denecek kadar azdı. Restoran işiyle ilgilenen anne baba yoğun bir çalışma temposu ve mücadele içinde Deniz’i bilgisayarın başında, odasında unutmuşlardı. Steam’de geçen binlerce saat ve bitirilen onlarca tek oyunculu oyun, anılar adına pek fazla bir şey vermiyordu tabii… Ortaokulda başlayıp lisenin başına kadar süren, akranları tarafından dışlanma ve küçük görülme öyküsü vardı. Ancak bu, ebeveynlerinin zihninde yoktu. Çocukluğa dair aile anılarının hemen tamamı babaannesi ve özellikle ona Deniz ismini koyan dedesiyle olanlardı. Balık tutma, tekneyle gezme, dedenin arkadaşlarıyla deniz üzerine dönen sohbetler o günlere dair olumlu anılarıydı. Dedesinin teşvikiyle girdiği yelken sporunda transfer olacak kadar da ilerlediğini gururla anlattı. Gelecek yaşamını o güne kadar kendini hazırladığı, iyi hissettiği ve ait olduğu bir yerlerden kurmak ona daha iyi gelecekti.

Ya da bazen özdeşimsel eksiklikler tam tersine sınav kaygısıyla da karşımıza çıkabilir. 13 yaşında akademik başarısı hayli yüksek bir kız sinirlilik, anneyle yatma ve panik atağa varan sınav kaygısıyla bize başvurmuştu. Manik nöbetler geçiren bir baba ve özürlü bir kardeşle ilgilenen iki çocuklu çalışan bir annenin yetersizlikle ilgili kaygılarını bastırmak zorunda kalacağı ortada. Mükemmel olamazsa yok olabileceğinden korkan bir ebeveynin kendi, zorlanan, yetersiz kalan taraflarıyla bağ kuramaması aynı zamanda çocuk için özdeşimsel kaynağı da sınırlar. “Mükemmel olma” üzerinden gelişen bir özdeşim başarısızlık kaygısını da beraberinde getirir. Böyle bir olguda terapist de takip eden görüşmeler içinde zaman zaman kendisini yetersiz hissetmeye hazırlıklı olmalıdır…

EDİTH JACOBSON

Edith Jacobson’un bugüne kadar benim için gölgede kalmış olması üzücü. Gerçi birçok yazı ve konuşmada atıfta bulunulması nedeniyle çok da yabancı değildi.

Ama gereken ilgiyi şimdiye dek yeterince gösteremediğimi fark edince hayıflanmamak mümkün değil. Yakın zamanda okuduğum “Kendilik ve Nesne Dünyası” adlı eseri onun bakış açısına biraz daha yakınlaşmamı sağladı. Bu nedenle özdeşimle ilgili düşüncelerini sizinle paylaşmak istedim.

Edith Jacobson, Anna Freud ve Ego Psikolojisi alanında daha fazla yazar araştırdığım bir dönemde okuma listeme girdi.

Bir grup kitapla birlikte Kendilik ve Nesne Dünyası’nı da sıraya koymuşken internetten yazarların hayat hikayesine biraz daha yakından bakmak istedim.

1897 doğumlu Edith Jacobson bir çok meslektaşı gibi Nazi tehdidi nedeniyle Kopenhag’a kaçar. Ancak bir hastasına yardım etmek için yeniden Almanya’ya döner. Başka bir hastası için Gestapo tarafından sorgulanır. Bilgi vermeyi reddettiği için hapse atılır. 2 yıl hapiste kaldıktan sonra hastalanır ve hastaneden kaçarak özgürlüğüne kavuşur.

Okuması hayli zor bir yazar olduğunu söylemeliyim. Kitabın daha başında anlamakta zorlandığımı fark ettim. Jacobson narsisizm, mazoşizm, kendilik temelleri gibi karmaşık başlıkların içine giriyor, ayrıntılara dalıyor, tanımlamaya çalışıyor böylece uzun yıllar süren çalışmalarından çıkardığı sonuçları az yazdığı kitaplardan birinde bizlere anlatıyordu. Özellikle Kendilik için oluşturduğu sistematiği embriyonal döneme dek götürmesi ve sonunda anlaşılır bir izlenim kazandırması nedeniyle okumaya devam ettim.

Kuramsal kıyaslamalar ve diğer yazarlara gelince sözünü esirgememesi de bu tarzda bir kitapta çok da beklediğim bir durum değildi doğrusu.

Kimlik ve Özdeşim ile ilgili görüşleri bu alanda çalışan herkes için besleyici ve ufuk açıcıydı. Okumayı devam ettirebildiğim için kendimi taktir ettim.

Daha başlangıçta kimlikle ilgili belli başlı yazarları, sosyolojik bakış açısına daha yakın bularak eleştirir. Jacobson ise kimlik sorunlarının izlerini erken çocukluk dönemine ve psikoz olgularına kadar takip etmekte ve sosyolojik bakış açısını klinik olarak yeterli görmemektedir.

Jacobson Kimlik Oluşumu teriminin sadece Ben ve Benin Sentez güçleri ile sınırlı tutulmaması gerektiğini savunur. Ona göre Kimlik Oluşumu bütün ruhsal örgütlenmeyi ilgilendirir. İnsan gelişiminin her evresinde bir yönü ve sürekliliği vardır. Kimlik, kişiyi son derece bireysel bir o kadar da tutarlı hissettirir. Evet normal kimlik gelişimi Benin örgütlenme işlevlerinin etkinliğine bağlıdır ancak örgütlenme işlevleri ruhsal aygıtın tüm yapılanmalarında etkilidir. Normal kimlik oluşumu tüm sistemlerdeki gerilimi ve sistemler arası çatışmayı yönetir. Bunu Ben ve Üstbenin ikincil özerkleşme yetisine borcudur. Kimlik oluşumu bireyin kendini gerçekleştirme, potansiyeline ulaşma ve toplumdaki rolünü ortaya koyma konusunda önemlidir.

Jacobson “Kimlik özdeşleşmeyle yakından ilişkilidir” diyen diğer yazarlara da hak verir ve referans olarak gösterir. Doğruya doğru 🙂

Tüm canlılar içgüdü temelli otomatik davranışları sayesinde kendi doğal çevresine uyum sağlama yeteneğine sahiptir. Buna karşılık hem biyolojik hem de tarihsel bir varlık olan insan kendi tanımladığı, kendi yarattığı kimliğiyle, hayatta kalmak için yaşam boyu mücadele etmek zorunda olduğu bir varoluşa sahiptir. İnsana has temel ortak varoluşsal yaşam şekli, insanın kendisini “bir işlevi yerine getirebilen araç” olarak görmesine neden olur. Üremeye yönelik olmayan insan cinselliği bile ilk ve en temel hatların kurulmasına katkı sağlar. Sembiyotik anne-çocuk ilişkisi insanın kimlik oluşumunun başlangıcıdır. Anne bebeğe bir kimlik değil bir kimlik teması verir.

Fakat ortakyaşamsal alanda sadece sevgiye yer yoktur. Yaşayan tüm organizmalar birbirlerine ihtiyaç duydukları kadar beslenmek, hayatta kalmak ve doyum sağlamak adına birbirleriyle savaşırlar da. Bu noktaya değinen Jacobson kimlik oluşumunun başından itibaren yalnızca karşılıklı doyum yoluyla kurulamayacağını da vurgular. Kimliğin oluşması ve ayakta kalabilmesi için agresyona da ihtiyaç duyulur.

Özdeşim kavramı bebeksi orallik ile ilişkilendirilir. Jacobson oral evre deneyimlerinin oral erotizmle sınırlı kalmadığını vurgular. Bu deneyimler bebeğin emme, gülümseme, ağlama, tutunma gibi içgüdüsel temelli tepkilere verilen uyarıcı, tatmin edici ve engelleyici deneyimleri içine alacak denli geniş olduğunu belirtir. Bowlby’ye hak vererek “izlemeyi” de bunu örüntünün içine katar. Dokunsal uyaranlar, devinimsel erotizm, kinestezik duyumlar, işitsel, görsel tüm uyaranlar işin içindedir. Bebek ve anne arasındaki haz-hoşnutsuzluk deneyimleri Lichtenstein’ın da işaret ettiği gibi “Kimlik Tema” sını verir. Durum annenin sadece annenin memesi ile değil, annenin bütünüyle ilgilidir. Oral doyum sağlanamadığında, bundan yoksun kalmış kendilik imgeleri oluşur. Bu imgeler kendiliğin herhangi bir alanında deneyimlenen tatminlerin ya da yoksunlukların engramlarını yani bellek izlerini özümser.

Annenin, annelik bakımını oluşturan tutum ve etkinlikleri onu bebeğin dış Ben’i haline getirir. Bakım sırasında besleme, kucağa alma, yatırma, şarkı söyleme gibi sayısız etkinlik de bebeğin işlevsel Ben etkinliklerini harekete geçirir. Bu haliyle ilkel oral aşamanın en başında nesne yatırımı ve özdeşleşme birbirinden pek de ayırt edilemez. Erken dönemde narsistik adı verilen ilkel özdeşleşmelerden, anlamlı Ben ve üstben özdeşleşmelerine ilerleme ve ikisinin ayrımı önemlidir. Bebekliğin erken dönemlerinde haz verici duyumları buna sebep olan nesnelerden ayırt etmek mümkün değildir. Bu işlev, algısal işlevlerin yeterince olgunlaşmasından sonra mümkün olur. Engellenme ve sevgi nesnesinden ayrılma türünden hoşnutsuzluk yaratan deneyimlerin yinelenmesi sonucunda, kayıp birimi yeniden kurma arzusunu ifade eden, doyum nesnesinin tümüyle içe alınması fantezileri ortaya çıkar. Bu isteğin der Jacobson, yaşamımızdaki rolü muhtemelen hiç sonra ermez. Anneyle (memeyle) kaynaşma ve bir olmaya yönelik ilk arzu dolu fanteziler kuşkusuz tüm nesne ilişkilerinin ve gelecekteki tüm özdeşleşme tiplerinin üzerine kurulduğu temeli teşkil eder. Ne zaman beslenme ve yakınlık optimal koşullarda oluşsa bu fantezi doyuma ulaşır ve optimumdan her ayrılma saldırgan ve libidinal uyarımları arttırır.

İşte gelecekteki nesne ilişkilerinin öncülü olan doyuma duyulan bu istek aynı zamanda kendilik ve nesne imgelerinin yeniden birleşmesiyle başarılan ilk ve ilkel özdeşleşmenin kaynağıdır.

Bu tür özdeşleşme bebeklikte ve preödipal dönemde belirgindir. Ruhsal yaşamın ilerleyen yıllarında da belirgin olmasa da var olmaya devam eder. Jacobson dehşete ve çaresizliğe yol açan durumlarda kişilerin birbirleriyle, diktatörlerle veya işkencecilerle kurduğu körü körüne ilişkilerde de bu durumun izini sürer.

Yetişkin birey de sadece sevgi nesnelerinde değil, bütün çevresiyle bu türden birleşmelere dayalı içe yansıtma ve yansıtma mekanizmalarını büyük ölçüde kullanır. Normal durumlarda Ben’e hizmet eden bu tür geçici birleşmeler kendilik ve nesne imgeleri arasındaki sınırları zayıflatmazken ilk çocukluk aşamasında bu tür sağlam sınırlar henüz gelişmemiştir. Çünkü çevreye bağımlılık devam etmektedir. Yine de çocuklar annenin görülebilen, sezilebilen duygu dışavurumlarını algılamaya, taklit etmeye ve karşılık vermeye çok erken bir dönemde başlarlar. Bebeğin annenin bakım verme biçimiyle özdeşleşmesi bu taklitlerin hazırlayıcısı ve öncülüdür.

Başlangıçtaki taklitler sadece “miş gibi” etkinliklerdir. Henüz amaçları sevgi nesnesine benzemek değildir. Anneyi oynamanın anne haline gelmek olduğu, büyülü, yanılsamalı fanteziler bebeğin annesini kendisinin bir parçası olarak tutmayı ve anneyle kaynaşmayı hedefler.

Çifte değerliliğin yarattığı baskıya dayanıncaya kadar, libido bileşik imgenin bir yanına, saldırganlık bir yanına yönelir. İçe yansıtma ve yansıtma işler. Tümgüçlü anneye itaat ve bağımlılık ile kontrol etmeye yönelik etken ve saldırgan yönelişler arasında gidiş gelişler yaşanır.

İlk özdeşleşme tipleri için doğaları itibarıyla büyüseldir denilmişti. Kendilik ve nesne arasındaki farkları göz ardı eden bu özdeşleşme türünde, ilkel içe yansıtma ve yansıtma mekanizmalarının belirgin olduğunu tekrarlayalım. Bebeğin-çocuğun nesnenin bir parçası olduğu ya da oymuş gibi yaparak nesne haline gelebileceği fantezisi vardır. Gerçeklik sınaması arttıkça ve gerçek nesne ve kendilik temsilleri kuruldukça, içe yansıtma ve yansıtma mekanizmaları daha incelikli ve işlenmiş hale gelir.

Küçük çocuklarda “geçiş nesneleri” Winnicot’un mükemmel bir biçimde açıkladığı gibi, narsistik nesne ilişkilerinden gerçek nesne ilişkilerine doğru ilerlemede ara aşamaların karakteristik özelliğidir.

Bebeklik çocukluğa doğru dönerken, nesne dünyasıyla ilişkilerde değişimler yaşanmaya başlar. Bu değişimler ortakyaşamsal ilk çocukluk evresinden bireyleşmeye geçilirken kademeli bir ilerlemenin ilk belirtisidir. Ruhsal örgütlenmeye yeni bir zaman kategorisinin, gelecek kavramının girdiğini gösterirler. Ayrıca sevgi nesnelerinin özel fiziksel ve ruhsal niteliklerini ayırt edebilme gerekir. Nesne ve kendilik ayırt edilebilmelidir. Canlı ve cansız nesneler arasındaki farklılıkları karşılaştırma ve algılama yeteneğinin varlığını gerektirir. Özerklik ve gelecek zaman ergenlik adına da hayli önemlidir. Ergenlik dönemi ruhsal özerklik uğraşlarının zirvede olduğu dönemlerden birisidir. Ebeveyn ile yaklaşma ve uzaklaşma davranışları, kendi kimliğini oluşturabilme adına ayrılma, bireyleşme çabalarının zirveye ulaştığı bir dönemdir ergenlik. Celal Hoca’nın da belirttiği gibi kimlik özelliklerinin, becerilerin geleceğe uzanmak, gelecekte de var olabilmek kaygılarıyla değerlendirildiği bir dönemdir.

Örneğin, “Çocuğun gelişimi bu noktaya geldiğinde, narsisistik yönelişleri de ayrı bir evreye girer. Hızlı beden ve Ben gelişiminin belirtisi olarak, artık sevgi nesnelerini kontrol etmeye yönelik hırslı yönelişler gelişir .“ ifadesinde olduğu gibi özerklik dönemi ve ergenlik bir noktaya kadar benzer özellikler gösterir.

Bu yeni ve gelişmiş özdeşleşme tipi, çocuğun sembiyotik durumunu sürdürme, bakım ve destek veren sevgi nesnelerine bağlanma ihtiyacı ile narsistik genişleme ve bağları zayıflatmaya yönelik zıt eğilimler arasında bir uzlaşma gerçekleştirme amacındadır. Benzer bir kalıbın ergenlik döneminde de yaygın bir şekilde yaşandığını fark etmiş olmalıyız. Keza Edith Jacobson da bu çatışmanın ergenlikte yeniden şiddetlenerek nihai zirve noktasına çıktığı, ergenin ödipal bağlarını gevşettiği, Ben ve Üstben özerkliğinin kazanılmasıyla sonuçlandığını söyler.

Bu durum kendilik imgelerinin gelişiminde yeni bir aşamayı gerektirir. Gerçekçi kendilik imgeleriyle arzu edilen kendilik imgeleri arasındaki ayrımı…

Bu evrede narsistik nitelikleri artık sergilemeyen gerçek nesne ilişkileri kurmayı başardığı oranda çocuk, birleşmenin büyülü fantazi dünyasına ve özdeşleşmenin ilk çocuksu tiplerine dönmekten korunacaktır.

Çocuk olgunlaşma yolunda yoksunluk ve engellenme deneyimlerinden geçer. Bu deneyimler yoğun çiftedeğerlilik duyguları yaratır. Çiftedeğerlilik çatışmaları hem taşınması zor ve tehlikelidir hem de çok yapıcı amaçlar için kullanılabilir. Aşırı doyumlar da en az ciddi engellenmeler gibi kendilik ve sevgi nesnesinin yeniden birleşmesi gibi gerilemeli fantezileri alevlendirme eğilimindedir.

Böyle diyor Jacobson ve göründüğünden ağır kitabında yıllar süren çalışmalarından çıkardığı kazanımları yıllar ötesinden bizlerle paylaşamaya devam ediyor. Biz de okuyor, buluşuyor, tartışıyor, yaptığımız işin ana temasını, yani insanı, kendimizi daha iyi anlamaya çalışıyoruz. Karanlık ve sonsuz bir suda kürek çekerken gözlerimizle yıldızlar ve deniz fenerlerini arıyoruz….

Bu kaynaklardan bazılarına da edebiyatın geniş dünyasında rastlıyoruz. Fyodor Mihaylovic Dostoyevski gibi büyük yazarların eserlerinde de ergenlik döneminin gölgede kalan özdeşimlerine rastlayabiliriz elbette. Örneğin Karamazov kardeşler, Freud’a göre dünya edebiyatının üç başyapıtından birisidir.

Yazar romanına Yeni Ahit’ten bir ayetle başlar “Toprağa düşen bir buğday tanesi yok olmazsa, yalnızca bir buğday tanesi olarak kalır. Ama yok olursa o zaman bereketli ürün doğurur.” Bu girişle var olma ve yok olma, Eros ve Thanatos arasındaki o çok bildik hikayeyi anlatacağının haberini verir. Buğday tanesi toprağa düşüp kabuğunu kırabilmelidir ki yok olarak bir başağa dönüşebilsin.

Kitaba adını veren Karamazov Kardeşler üç kişidir.

Büyük abi Dimitri 28 yaşlarında, babasının ilk evliliğinden olup babasını henüz o üç yaşındayken terk eden annesinden uzak, evin uşağı Grigori tarafından büyütülmüş bir gençtir.

Ortanca kardeş İvan 24 yaşında ve babasının ikinci evliliğinden olmadır. O da annesini 7 yaşında kaybettikten sonra kardeşi Aleksey ile annelerini büyüten kadının yanına götürülür. Felsefeye ve Nihilizm’e düşkün, evden kopuk yaşayan ve doğal olarak babasına karşı olumsuz duygulara sahip bir gençtir.

Küçük kardeş Aleksey, romandaki adıyla Alyoşa da abisi İvan ile babasından uzak büyümüştür. Romanın ana karakteridir. Dostoyevski’nin üç yaşında ölen oğlunun adını taşır.

Resmi olarak Karamazov Kardeşler üç kişi olarak bilinse de Smerdyakov adında Baba Fyodor Pavloviç’in akıl hastası ve sahipsiz bir kadından olan gayrimeşru bir oğlu daha vardır. Babasının evinde hizmetçilik yapar. Tüm şehir kim olduğunu bilir ama konuşulmaz. Babasına dalkavukça davransa da nefret ettiği çok bellidir.

Fyodor Pavloviç Karamazov bu kardeşlerin babasıdır. Hali vakti yerinde, çocuklarının annelerinin ölümünden sorumlu, kadın ve eğlence düşkünü bir adamdır. Bu ifadeler bile onun aşağılık, hiçbir ahlaki kuralı olmayan ruhunu yansıtamaz. Oğlunun aşık olduğu kadında göz koyacak kadar çocuklarından duyguca da uzaktır. Yazar bu ölmesi gereken karakteri çok iyi kurgulamıştır. Tıpkı Suç ve Ceza romanındaki tefeci kadın gibi …

Yazarın gözünde her suçlu başkasının yapması gereken suçu üstlenen bir kurtarıcıdır. Yazarımızın kendi hayat hikayesinde, bencil ve saldırgan bir babaya sahip olduğunu da belirtmek isterim. Yıllarca annesine zulmeden babasının ölüm haberini aldığında Dostoyevski “ Babamın ölümünde benim hiçbir suçum yok ama bu ölümün kefaretini ödemeye hazırım; çünkü içimden onu öldürmek geçiyordu.” diyerek büyük abi Dimitri Karamazov’un benzeri bir tutum sergilemiştir.

Karamazov Kardeşler’i Freud’un edebiyat tarihinin 3 başyapıtından biri olarak gördüğünü söylemiştik. Diğerlerinin Sofokles’den Kral Oidipus ve Shakespeare’den Hamlet olduğunu da ekleyelim. 1025 sayfalık bu kitap Zweig tarafından “Mantık labirenti benzersiz bir mimaridir. Matematik kadar hatasız ve müzik kadar sarhoş edicidir.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu haliyle analitik bir gözle ele alınması beni ve bir konuşmanın sınırlarını aşar. Biz karakterimiz Alyoşa ve onun özdeşimsel yalnızlığına bir bakış atmakla yetineceğiz.

Karamazov Kardeşler yorumları içinde Nabokov’un sert eleştirileri dikkat çeker. Bu eleştirilerden biri karakterimiz Alyoşa ile ilgilidir. Ona göre Alyoşa “Soğuk mantığın sisli dünyasına ait yapmacık ve cansız bir nesne gibidir.” Bu eleştiri tamamen yadsınamaz. Dostoyevski, gerçekten de ömrünün son yılında yarattığı bu karakterin üzerine titrer. İdeal olarak gördüğü Alyoşa’da oluşturduğu dengeyi yitirmeye gönlü razı değil gibidir. Bu nedenle Alyoşa’yı durağanlaştırmış, çevresindeki trajik karakterlerin yoğun çelişkilerinden korumuş olabilir. Alyoşa, Dostoyevski’nin alelade gerçeklerden koruduğu biricik fantastik karakter olarak kabul edilir.

İncelerken Alyoşa’nın yaşı ve içinde bulunduğu gelişim dönemini göz ardı etmemek gerekir. Alyoşa henüz bir ergen. Hayatın gerçekleri adına idealistlik sevdasından vazgeçmemiş bir ergen. Geçirdiği içine kapanık yıllar nedeniyle insan doğasının karanlık ve bozuk yönlerini tanıyamadığı için tecrübesiz bir genç adam. İçine katılacağı erişkinler dünyasına karşı yoğun bir merak ve endişe yaşayan, hala korunması gerekecek kadar çocuk. Ama bir yandan da şüpheyle yaklaşılan birisi. Çünkü herkesin dediği gibi ne de olsa o da bir Karamazov ! Aslında her an yönetmekte zorlanarak suça yönelebilecek güçlü dürtülere ve cinselleşen bir bedene sahip bir çocuk.

Alyoşa’yı iki abisinin ve babasının bir araya geldiği, tansiyonun çok yükseldiği günlerde tanırız. Zaten kitabın ilk yüzlerce sayfası birkaç gün içinde geçer. Büyük abi Dimitri, babası gibi sefahat düşkünü olduğundan kendi paralarını har vurup harman savurmuş ve babasından biraz daha para sızdırabilmek için yanına gelmiştir. Gittiği yerlerde bir generalin kızından yüklü bir borç almış, borcu ödeyememiş, hatta kızla nişanlanmıştır bile. Dimitri’yi babasına benzettik. Ama annesini erken yaşta yitirmiş, babasının ilgisizliği yüzünden uşaklar elinde büyümüş, doğru düzgün rehberlik alamamış bir gençtir sadece. Çıkarını bilemez, parasını tutamaz. Babası gibi çalışmayı sevmez ama belli bir maddi kaynaktan da yoksundur. Sonunda kalbinde aşka yer verebilecek kadar insan olsa da babasıyla aralarındaki sürtüşme bütün şehrin huzurunu kaçıracak kadar büyüktür. Çünkü aslında Gruşenka adındaki bir kıza aşıktır ve babası olacak Fyodor Pavloviç bu kadını elde etmeye takıntılıdır. Kimseyi dinlemez, dinleyecek kadar saygı duyduğu birisi de yoktur zaten. Alaycı ve üstten bir tutumla hiçbir kusurunu görmez ve kendisini hep haklı hissetmeyi başarır.

Ortanca kardeş İvan, Alyoşa’ya en düşkün kişilerden biridir. Ama bu çatışmalı ortam içinde entellektuallize olarak ve sorunlarla akla uygunlaştırarak baş etmeye alışkındır. Sonra da kayıtsızlık içinde şehirden ayrılır.

Alyoşa’mız tüm bu olup bitenleri telafi etmek istercesine saf ve sevgi doludur. Hatta manastırda dini eğitim almaktadır ve yakında bütün ömrünü dine yönelteceği bir hayata adamak üzeredir.

Bu manastırın ruhani lideri yani Staretz’i, rahip Zosima’nın Alyoşa üzerindeki etkisinden bahsetmek istiyorum. Staretz Zosima gerçek hayatla da bağlantıları olan bir karakterdir. Henry Troyat, Dostoyevski biyografisinde Staretz Zosima karakterinin ilham alındığı Optina manastırı başrahibi hakkında önemli bilgiler vermiştir. Yükselen Slavcılık akımı sırasında Optina Manastırı dönemin Rus aydınlarının sık sık uğradıkları bir yerdir. Tolstoy evden ayrılıp bir tren istasyonunda son nefesini vermeden hemen önce bu manastıra uğramıştır örneğin. Dostoyevski de Karamazov Kardeşler’i yazmadan önce Optina manastırına uğramıştır.

Dostoyevski’nin diğer ünlü eseri Budala’nın başkarakteri Prens Mışkin ile Alyoşa arasındaki benzerlik çok dikkat çekicidir. Aralarındaki farkın ise Alyoşa lehine Staretz Zosima olduğunu düşünüyorum. Prens Mışkin Alyoşa gibi saf birisidir. Çevresinde olup bitenlerden çoğu kez habersiz, büyük ölçüde sürüklenen bir karakterdir. Alyoşa’dan farklı olarak ailesinden kimsenin kalmadığı, sahipsiz bir genç olduğunu söyleyebilirim Prens Mışkin’in. Bu arada yaşça Alyoşa’dan da küçüktür. Üstelik rehberlik edecek kimseye sahip değildir. Ne yapmalı? neye benzemeli ? kimi örnek almalı? Kim ne istiyor bir türlü bilemez.

Alyoşa Dostoyevski için ideale daha yakın bir karakterdir. Onun için vazgeçilmez olan yüksek ahlaki kriterlere, hassas bir kalbe ve empati duygusuna sahip olan Alyoşa, Zosima tarafından da ayrı tutulur. Zosima’yı ömrünün son birkaç gününde tanısak da Alyoşa için büyük bir önem taşır. Sahip olmak istediği güçlü ve ahlaklı bir kişiliğe….

Zosima da Alyoşa’nın içindeki iyiliğe inanır ve çok ilgilenir. Bu özel önem manastırın kalabalık rahip kadrosu tarafından bile hayretle karşılanır.

Fyodor Pavloviç ve oğlu Dimitri’yi uzlaştırmak için bölgede herkesin saygı duyduğu Staretz Zosima’nın yanına getirirler. Baba Karamazov fazlasıyla saygısız ve umursamaz tavrıyla, oğlu Dimitri ise tutkulu ve değişmez fikirleriyle uzlaşma ihtimalini yerle bir ederler. Bir cinayet işleneceğinden korkan Zosima, Alyoşa’dan manastırdan ayrılarak babası ve ağabeyine göz kulak olmasını ister. Manastırdan, çok sevdiği öğretmeninden ayrılmak Alyoşa’ya zor gelir. Üstelik ömrünün son günlerini yaşayan bu adamdan ayrılmak istememektedir. Bu haliyle Alyoşa, dış dünya ve manastır arasında koşturur durur. Ama herkesin henüz bir çocuk olarak gördüğü Alyoşa’da dünyanın ihtiyaç duyduğu bir şeyler görür Staretz.

Staretz Zosima’nın son anlarında Alyoşa sevgili hocasının yanındadır. Konuşulanları daha sonra yazar. Ama bunlar yalnızca son anlarında konuşulanlar olamayacak kadar uzundur. Alyoşa’nın hocasını, idolünü yıllar içinde çok iyi takip ettiğini, onun her konuda düşüncelerini ve ayrıntılarıyla hayat hikayesini öğrenmiş olduğunu anlarız. Biz de tam 50 sayfa Alyoşa’nın ağzından bunları dinleriz.

Alyoşa annesini 4 yaşında kaybetmiş, babası kendi dürtü ve arzularının esiri olmuş, sorunlarına çıkar yol bulmaktan uzak iki abiye sahip bir kimsesizken bence bu ilişki sayesinde Prens Mışkin’den ayrılır ve Dostoyevski’nin son romanının başkahramanı olmayı başarır.

Zosima’nın ölüm haberi şehre çabucak yayılır. Ruhani liderini son yolculuğuna uğurlamak için rahipler ve şehir manastıra akın etmeye başlar. Daha sağlığında azizliğine herkesin hemfikir olduğu rahip Zosima’nın naaşı hazırlanır. Ama aslında hiç ilginç olmayan bir şey herkesi derinden sarsar.

Kitaptan:

“Şimdi meseleye gelelim Staretz’in gömülmek üzere hazırlanmış cansız bedeni tabuta konularak kabul salonu olan öndeki odaya çıkarılınca, tabutu yerleştirenler arasında, oda pencerelerinin açılıp açılmaması konusunda bir söz geçti. Birisinin gelişigüzel, laf arasında sorduğu bu soru karşılıksız kaldı, aldıran olmadı. Orada bulunanlar kokunun farkında oldukları halde, böyle mübarek bir ölünün kokabileceğini düşünmenin abes olduğunu, bunu aklına getirenlere, iman ve düşünce kıtlığı yüzünden acımak mı gülmek mi gerektiğini içlerinden geçiriyorlardı. Çünkü onlar bunun tam tersinin olmasını bekliyorlardı. Ama öğleden az sonra, girip çıkanların önceden değil kimseye söylemek, kendilerine bile açıklamaktan çekindikleri durum etrafa yayılmaya başladı. Saat üçe doğru o kadar belirgin bir durum aldı ki, bununla ilgili haber o anda bütün keşişhanede, keşişhaneye gelenler arasında duyuldu, manastıra ulaştı, oradakileri şaşkınlığa uğrattı. “

Evet, cesedin bir süre sonra kokması gibi doğal bir olay manastır rahipleri ve halk tarafından dehşetle karşılandı. Bazı rahipler bunu çaya ve şekere olan, konumuna yakışmayan düşkünlüğünden kaynaklandığını söylediler. Belli ki öncesinde de Staretz’in halk arasında bu kadar popüler olması ve sevilmesine kızıyorlardı. Belki de insanların ona hayranlık duymasını bir zaafı “tatlı” bulmasını beğenmiyor olabilirlerdi. Yine hem halk hem de rahipler içinden Zosima’nın aziz hatırasına konuşulanları saygısızlık olarak bulanlar vardı elbette.

Özellikle Alyoşa için Zosima’nın cesedinin kokması çarpıcı bir etkiye neden olur. Alyoşa’nın böylesine mantıksız bir beklentiyle çökkünlüğe girmesine karşı kıdemli rahiplerden Paisiy’in gençliğe yönelik açıklamasına bakalım: “Bu gencin kalbine en içten bir saygı duyduğumu açıkça söyleyeceğim. Şüphesiz, kalpten gelen duygulara kendini pek kaptırmayan, sevgisi sadece ılık, aklın çemberinde, sadık ama çağına göre fazla hesaplı başka bir genç benim delikanlının başına gelenlerden kendisini kurtarabilirdi. Fakat bazı hallerde inanın bana, akılsızca da olsa büyük bir sevginin yol açtığı zaafa kendini kaptırmak, kaptırmamaktan daha şereflidir. Hele gençliğe bu hal büsbütün yaraşır.”

Alyoşa derin bir ızdırap içinde zihninde, biricik Zosima’sının ölümü ve naaşın kokmasıyla boğuşur durur. Birgün rüya, gerçek arası bir deneyimde Zosima’nın onunla konuştuğunu duyar. Tıpkı bildiği, idolü haline getirdiği o yüce kişi gibi görür onu. Kendini dışarı atar.

Kitaptan:

“Yeryüzünün sessizliği göğün sessizliği ile kucaklaşıyor, toprakla yıldızların sırrı bir an için birleşmiş hissi veriyordu. Alyoşa durduğu yerde seyre doyamıyordu. Sonra ansızın toprağa kapanıverdi … Niçin ağlıyordu? Öyle bir coşkunluk içindeydi ki … Her geçen an adeta elle tutulur bir açıklık ve kesinlikle, ruhuna üstündeki gök kubbe gibi sağlam, sarsılmaz bir şeyin yayıldığını hissediyordu. Sanki içinde bir düşünce vücut buluyor, bir daha ondan ayrılmamak üzere, ömrünün sonuna kadar yerleşip temelleşiyordu. Zayıf bir erkek olarak yere kapanan Alyoşa doğrulduğu zaman sağlam, cenge hazır bir erkekti… Üç gün sonra manastırdan ayrıldı. Staretz’in dış dünyada yaşamak emrine bu uygundu zaten …

İlgili yazılar

Bebek ve Erken Çocuklukta Yeme-Yedirme Bozuklukları

mehmetislam

Çocukluk Çağı Korkuları

mehmetislam

Madde Bağımlılığı

mehmetislam